
Az Hafifleş
Mutluluk matematik değildir. Onu egolarınla çarpıp sahip olduğun şeylere bölemezsin. Mutlu olabilmek için de mağazaya giden yolu değil, kendine giden yolu bulmalısın. Sen tutkuların değilsin, sen sevgisin. Az hafifleş...
Mutluluk matematik değildir. Onu egolarınla çarpıp sahip olduğun şeylere bölemezsin. Mutlu olabilmek için de mağazaya giden yolu değil, kendine giden yolu bulmalısın. Sen tutkuların değilsin, sen sevgisin. Az hafifleş...
En keyiflisini aramak lazımdı yaşamın. En eğlencelisini, en heyecanlısını... Denenmedik yol, kulaç atılmadık deniz bırakılmamalıydı. Bazen bir ormanda bulmalıydı insan kendini. Bazen de kalabalıkların arasında yükselen bir müziğin kreşendosunda.
İnsan, geç kalmamalıydı kendine,
İnsan, geç kalmamalıydı sevgiye,
İnsan, geç kalmamalıydı her şeye...
Ve insan, yaptığı her şeyi sevgisiyle sulamalıydı.
Lambam; kendimizi kaybettiğimiz ve her şeyden vazgeçtiğimiz o anlarda, yaşamın bizi hiç planda olmayan ilginç deneyimleri ile buluşturduğu şeyleri nasıl kaçırdığımıza tanıklık edip kendimizle buluşabilmemize yardım edecek bir kitap olma özelliği taşımaktadır. Ve bu yüzden içinde yaşadığımız hayatı, yeniden sorgulamamıza ve ona yeni bir perspektif inşa etmemize fırsat tanıyacaktır. İçerisinde bolca bilgi, deneyim, sorgu ve farkındalık barındırır.
Yaşama dokunmak isteyen herkese...
“Anne hava çok sıcak. Çok yoruldum ben artık.
Yürüyecek gücüm kalmadı,” dedi Fer.
Annesi, tavus kuşu desenli bohçasını bir anda yere bırakıp dizlerinin üzerine çökerek Fer’in kollarını sıkı sıkıya tuttu.
En acı yaşanmışlıkların deneyimi ile harmanlanmış gözleri, şimdi umutların yeşermeye başladığı bir çiçek bahçesine dönüşmüştü. Kara gözlerini oğlunun gözlerinin içine dikerek; “Fer! Ne konuştuk seninle biz? Cennete gidiyoruz demedik mi? Çocukların öldürülmediği, savaşların olmadığı, bombaların kafamıza düşmediği, yemyeşil meyve ağaçlarının olduğu bahçelerden elma koparacağımızı düşünmedik mi? Denizi düşün Fer!
Masmavi ve sonsuz büyüklükteki o suyunkenarında gözlerini kapatıp güneşin göz apaklarını ısıtırken dalgaların sesini düşün!
Cenneti düşün Fer!''
8 Yaşında ne kadar adaletsiz olduğunu öğrendiği hayatın bir parçası daha olmaya hak kazanmıştı Onur. Bedeninin ağrılarıyla yatağına uzanmış, ruhunun derinlerinden gelen acıyla da gözleri dolmuştu. Göğüs kafesinin ağrıları şimdi kalp ağrılarına dönüşmüştü. Yalnız ve çaresiz hissediyordu kendini. Buraya ait değildi ve olmamalıydı. Kafasına kadar çektiği yorganın altına girip içinde ne varsa dökercesine ağlıyordu sessizce. Her gözyaşı hayata ve ailesine olan bağından bir parça koparıyordu.
Her çocuğun vardır bahçesinde çiçekleri olan masum hayalleri.
Annesinin koynunda büyüyenlerin binbir renkli çiçek bahçeleri, annesizlerin bahçesinde ise şefkat çiçekleri.
Adil olan bir şey vardı elbet; her çocuk canı acıdığında ‘’Anne’’ dedi…
Onur Alan Kitap Alıntıları
Onur Alan Blog Yazıları
Yeni bir yönetim biçimi olan Management Yönetim
19. yüzyıldan itibaren, Amerika'da cereyan eden bütün yönetimsel değişiklikler önce Avrupa'ya sonra da Türkiye'ye sıçramıştır. Ve bugün Tükiye'ye sıçramış olan şeyin de ben modern devlet yönetimi "Management Model" olduğunu söylemek isterim. Yani başka bir deyişle: Ülkeyi bir şirket olarak görüp bir CEO gibi yönetme modelidir. Devlet kurumlarını, hastaneleri, okulları vb. özelleştirip devletin kasasını doldurmaktır amaç.
Elbette bu tarz bir yönetim biçiminin artıları da vardır eksileri de. Bugün, bu yönetim biçimi ABD'yi dünyanın süper gücü yapmıştır fakat bir taraftan da ülkenin yaklaşık %20'sinin bir evi yoktur ve insanlar sokaklarda yaşamaktadır. Paran varsa tedavi olabilir, paran varsa iyi bir eğitim alabilirsin mantığı gibi de düşünülebilir.
Şahsi fikrimi soracak olursanız: Bu tarz bir yönetim biçimi bütün dünyayı sarmalamaya başlamış olsa da bizim ülkemizin dokusuna ve kültürüne çok da entegre olabilecek gibi görünmüyor derim.
Bizim devlet geleneğimiz vicdanlıdır. Ve bugüne kadar da sağlık ve eğitim her zaman ücretsiz olmuş, sokakta yaşayan bir aile de kolay kolay olmamıştır bu ülkede. Dilerim ki dünyada başlamış olan bu yeni yönetim anlayışı, ülkemizde çok az bir şekilde hissedilir ya da mümkünse bizi es geçer.
Yazar: Onur ALAN
Hafiflemek İçin Önce Zihinsel Rahatlık
Zihinsel karmaşıklıklarımız, sırtımızdaki bir çanta dolusu taştan hiçbir farkı yoktur. Bir çantayı taşıyor görünmek, bir işin peşinde olduğumuzu düşündürüyor olabilir fakat o çantanın içi gereksiz taşlarla dolu ağır bir çantaysa bu hamallıktan başka bir şey değildir. Bu yüzden öncelikle zihnimizi boşaltabilmemiz, diğer gereksiz şeylerden bağımsızlaşabilmek için önemli bir adım olacaktı. İlişkilerimiz, arkadaşlarımız, ailemiz, iş yerimizdeki sorunlar, statü kaygılarımız, maddi kaygılarımız ve buna benzer zihnimizi sürekli meşgul eden bütün o ıvır zıvır şeyler hayatımızı zindana çevirmişti. Hafifleyebilmek için zihnimizi kontrol edebilmemiz, ona hükmedebilmemiz ve zihnimizi yoran her türlü gereksiz düşünceden arınmak, daha sağlıklı düşünebilmemize katkı sağlayacaktı. Zihnimizi berraklaştırmamız için bizi yoran, üzen, endişelendiren tüm o düşüncelerden ruhumuzun bertaraf olması gerekiyordu. Zihnimizdeki düşünce tilkilerini kontrol edebilmenin ne kadar zor olduğunu hepimiz biliyorduk. Kaygılarımız kronik vakalara dönüşmüş ve sanki kaygısız bir hayatın asla mümkün olmayacağını düşünüyorduk. Fakat kaygılarımız çok daha az olan bir hayatı pek âlâ yaşayabilirdik. Bunu en başarılı yollarından biri de hiç şüphesiz meditasyondu. Ben uğraşamam öyle entel kuntel şeylerle demeyin. Meditasyon ile zihinsel rahatlığın ötesinde birçok hastalığınıza da şifa bulabilirsiniz. Ve bunun için teknik bir eğitim almanıza gerek bile yok. Zihninizi ve ruhunuzu rahatlatabileceğine inandığınız her şey sizin kendi meditasyonunuzdur. Kendinizi keşfettiğiniz takdirde kendi meditasyonunuzun ne olduğunu, ruhunuza neyin iyi geldiğini çok net görebilirsiniz. Eğer bunu başaramayacağınızı ve yol gösterici bir yönteme ihtiyaç duyacağınızı hissediyorsanız o zaman bir kılavuz edinmeniz isabet olacaktır. Bunun için yazılmış kitaplar, yayınlanmış videolar ve eğitmenlerin birebir pratik eğitimleri mevcut. Onlardan destek alabilirsiniz.
Bir arabanız olduğunu düşünün. O araba sizin ama kullanmayı bilmiyorsunuz. Çünkü bir ehliyetiniz yok. İşte meditasyonda kullanmayı başaramadığımız zihnimizin ehliyetidir. Meditasyon yaparak zihnimizi kurcalayan, bizi sürekli strese sokan, kaygılandıran düşüncelerimizden kurtulup zihnimizi kontrol altına alabiliriz. Ayrıca meditasyon ile öz farkındalığımızı geliştirip hayatımızda neyin doğru neyin yanlış, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu da bu sayede fark etmiş olabilecektik. Kendimizi sevecek ve etrafımızdaki her şeyi daha iyi anlamlandırmaya başlayacaktık. Mesela ilkbaharda çiçek açmış bir ağacın çiçeklerinin ne kadar güzel olduğundan çok, o ağacın yaşıyla birlikle eriştiği bilgeliğini de hissetmeyi öğrenebilecektik. Farkındalığımız artacak ve bu farkındalıklarımız arttıkça da edindiğimiz bu yeni yaşam biçiminde daha mutlu ve daha anlamlı bir yaşam sürdürebilecektik. Yani özetle, bu süreçte meditasyon desteği almamız, hafiflik yolculuğu için olmazsa olmazlar arasındaydı.
Yazar: Onur ALAN
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda ne kadar duyarlı olsam da yazıp yazmamak konusunda ben bile gelgitler yaşadım. Neden mi? Bilmem...
Cinsiyet eşitliğinin olmadığı toplumlarda, mahalle baskısı, ne derler kaygısı, ölümden daha ürkütücü olabiliyor. Bunu en çok da kadınlar yaşıyor.
London School of Economics ve Essex Üniversitesi'nde 141 ülkede yapılan bir araştırmaya göre doğal afetlerde kadınların, erkeklere göre daha fazla öldüğü tespit edilmiştir. Sebepleri ise çok ilginçtir:
-Üzerine uygun kıyafet bulmak için zaman kaybetme
-Çamaşır ile dışarıya çıkmaktansa enkazın altında kalmayı tercih etmek psikoloji
-Annelik sıfatıyla aileyi güvende tutma önceliği
Pekii, doğal afetlerden sağ kurtulmayı başarabilen kadınları ne bekliyordu:
-Kadınların birçoğu yine toplumsal roller gereği ihtiyacı olan pedi, hijyenik malzemelerini talep etme konusunda utangaç olmaları.
-Tuvaletlerin daha uzak alanlara kurulduğu için karanlık olması en temel ihtiyaca ulaşmaya çalışırken bile şiddet tehlikesi hissetmeleri sağlıklarını önemli ölçüde riske atıyormuş.
Ve daha da kötüsü, doğal afetlerde ölmeden kurtulabilmiş kadınların bir kısmı, insan ticareti çetelerinin eline düştüğüne dair araştırmalar var.
Birleşmiş Milletler tahminlerine göre, sadece 2015 Nepal depreminden sonra ülkede, yılda 15 bin kadın insan kaçakçıklarının eline düşmüş durumda.
Arkadaşlar, bu bir yorum değil; bu bir veri, bu bir istatistik. Rakamlar yalan söylemez, Matematiğin yoruma ihtiyacı yoktur.
Bugün kadınlarımızın, hijyen için aldıkları pedler gazetelere sarılıyorsa ya da regl gibi doğal süreçlerini kulaktan kulağa fısıldamak zorunda kalınıyorsa dedemin tabiriyle "Daha çok fırın ekmek yememiz lazım"
Özetle: Bugün bu konuyu tartışıyorsak ne yazık ki toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda sınıfta kalmışız demektir.
Yazar: Onur ALAN
Şu an daha iyi bir seçme ve seçilme sistemi olmadığı için ve sistemin sürdürülebilir olması için hiç şüphesiz adil bir oy dağılımı olmak zorunda, nokta! Yani demokrasi şart. Fakat konu ile ilgili ilintili olacağını düşündüğüm başka bir konu var.
Bugünün hukuk devletlerinin kilometre taşına baktığımız zaman, Fransız Devrimi ile son bulmuş olan mutlak monarşi, oligarşi, despotizm vs. gibi bireylerin haklarının olmadığı bütün sistemlerin yerine, günümüzün demokratik hukuk devletleri inşaa edilmiştir. Bu sayede kişileri ayırmaksızın herkesin oy hakkı da eşitlenmiştir.
Peki ya sizce günümüz dünyasında demokrasi artık yeterli miydi? Ya da sizce daha iyi bir alternatifi yok muydu?
Elbette vardı. Onun adı da meritokrasiydi. Yani yönetici olmaya aday olmuş kişilerde hiçbir vasıf aramadan sadece seçimle değil, bu kişileri daha bilge, daha yetenekli, daha donanımlı olanlardan seçerek, liyakat esaslı bir yönetim anlayışı ile seçmekti. Tabii ki her bireyin kendini yetiştirebileceği fırsat eşitlikleri sağlandığı taktirde.
Mesela bu yönetim biçiminin en güzel örnekleri de: Bugün dünyanın en iyi eğitim sistemine, en güçlü ekonomisine, insan haklarına en çok değer veren ve en mutlu halklara sahip olan İskandinav ülkeleri, meritokratik bir yönetim anlayışına sahiplerdi. Peki neden hala bütün dünya bu sisteme geçmek istemiyor?
Yanlış anlaşılmasın, demokrasiye karşı falan değilim. Zaten meritokrasi, demokrasinin gelişmiş hali olup Kleptokrasinin karşısındadır.
Daha önce de birkaç kere söylemeye çalışmıştım bunu zaten.
Eee, eğer denizin renginin değişmesini istiyorsak herkes suya en sevdiği renkten bir kaşık koymalıydı.
Yazar: Onur ALAN
Minimalist Bir Hayata Dair...
Öncelikle bu başlığa, kamp yaptığım günlerde sosyal medyada paylaşmış olduğum bir fotoğrafımın altındaki yorumumum ile başlamak istiyorum:
‘‘Her şeye sahip olabilmek uğruna hayatlarımızı hırs, ego ve doyumsuzluk tuğlaları ile örmeye çalışıyorduk. Mutluluğun daha iyi bir telefon, daha iyi bir bilgisayar, daha iyi bir ev, daha iyi bir kariyer olduğuna inanıyorduk. Ve bu potansiyel doyumsuzluğumuz bizleri tükettikçe mutsuz olan insanlar topluluğuna dönüştürmeye devam ediyordu. Mutluluğun ölçütünü satın alabileceğim şeylerin maddi değeri kadar olduğunu düşünüyorduk. Keşke gerçek mutluluğun hiçbir şeye sahip olmamak olduğunu bilseydik. Evet, hem de hiçbir şeye! Ya da sahibi olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında bize, karakterimize, paramıza ve zamanımıza ne denli el koyduğunu görebilseydik. Keşke egolarımızı doyurabilmek uğruna vazgeçmeyi göze aldıklarımızı bir bilebilseydik. Bunun farkındalığını deneyimleyebileceğimiz en güzel yer gerçek evimiz olan doğaydı. Ben gerçeğin doğada olduğuna inanıyorum. Çünkü doğa saf, sade ve olduğunu gibiydi. Burada ego yoktu. Mütevazilik ve denge vardı. Ve ne zaman gerçek evime dönsem hayatımın ne kadar parazitleştiğini görebiliyordum. İşte burada egomdan, hırslarımdan, sahip olabilme tutkumdan arınarak hafifleştirebiliyordum.’’
Yıllar önce, eve dönmeye karar verdiğim günlerde, özgürleşebilmemim ilk adımlarından biri olan kamp hayatı ile tanışmıştım. Danshari felsefesindeki bir göçebe gibi yaşamak ve öyle düşünebilmek fikri bana çok cazip gelmeye başlamıştı. Bireyselleşmeye acıkmış bir kurt gibi hissediyordum kendimi. Ve bunu içselleştirmenin tek yolu, toplulukların gereksiz karmaşasından uzaklaşıp, o uzaklarda kendi gerçeğim ile kendimi düşünebilmek ve bireyselliğimi orada doğrudan yaşayabilmek olduğuna inanıyordum. Çünkü topluluklar, kendinden kaçıp gizlenebilmenin bir sığınağıydı. Bireysellik ise kendinle çarpışabileceğin bir hodri meydandı. Gerçek evimizin doğa olduğuna inanıyor, kendimi onun şefkatli kollarına bırakmak için can atıyordum. Bir çadırım ve içinde birkaç kıyafetimin olduğu bir sırt çantam ile yola koyulmuştum. Birkaç gün göl kenarları, yaylalar ve ormanlarda gerçek huzurun, özgürlüğün ve mutluluğun tadını çıkartmaya başladım. Dikkatimi dağıtacak hiçbir ıvır zıvırım yoktu. Tabiatın bir parçası gibiydim. Bazen bir böcek, bazen bir çiçek bazen de bir ağaç gibi hissediyordum kendimi. Bazen batan bir güneş, bazen akan bir ırmağın ritmi bazen de gökyüzüne serpiştirilmiş yıldızlardan biri gibi eşsiz olduğumu da duyumsayabiliyordum. Hatta bazen doğada başıma gelen ufak tefek kazalarda ağaçların, yıldızların, çiçeklerin bana gülümsediğini bile hissedebiliyordum. Kendimi onların arasında, onların bir parçasıymışım gibi düşünüyordum. Bu durum beni tabiatın ritmine adapte etmiş, kendimi bana bir nota ya da doğadaki bir puzzle’nin parçası gibi hissettiriyordu. Yani onunla bütünleşmiş gibiydim. Ben yoktum. Biz olabilmenin o kutsal ruhu vardı. Bütünlüğün verdiği o muhteşem haz tarifsizdi. Doğada geçirmiş olduğum onca vakitten sonra kendimle yüzleşebilmek için epey fırsat doğmuştu. Toplulukların anlamsız kargaşasından uzakta, kendimi sorgulayabildiğim sakin ve uzunca bir zamandı bu. Uzun bir zaman diyorum çünkü doğrularımı ya da yanlışlarımı gizleyebileceğim, kendi gerçeğimi toplumların arasında saklayıp kamufle edebileceğim bir yer değildi burası. Sadece tüm çıplaklığımla bir başımaydım. Kendim olabilmenin en doğru yerindeydim. Beni etkileyip dikkatimi dağıtacak, kendi gerçeğimi gizlemeye çalışacağım hiçbir etken yoktu. Burada saftım, billurdum, berraktım. Kargaşanın olmadığı, dinginliğin ve ahengin sefa sürdüğü bu yerde zamanda huzur içindeydi. Ve bu yüzden doğanın saatinin yelkovanı yaşlı bir adam gibidir. Burada ‘‘Ben kimdim?’’ sorusunu defalarca soruyordum kendime. Beni ne tanımlıyordu? Mesleğimin bana edindirdiği kimlik miydim? Sahip olduğum statüler mi beni ben yapıyordu? İsmimin başına ve sonuna gelen ya da gelmesini arzuladığım unvanlar mı beni tanımlayacaktı? Neydim ben? Kimdim? Diye sorguluyordum kendimi. Tutarlı ve seküler bir benlik arayışı ile kendim için yola çıkmıştım. Vardığım yolda değil, kendime giden yolun arayışıydı bu. Sonra ‘‘İdeal kimliğim neydi ki benim?’’ dedim. ‘‘Nerede olmam gerekiyordu bu hayatta? Sahip olmam gereken şeyler ve hayat amacım neydi?’’ Kendimce az çok bir şeylere sahip olduğum bir hayatın parçası olarak yaşayıp, sahip olabilmek egomu doyurmaya çalışırken mi mutlu olabilecektim? Yoksa bunların hiçbirine gerek yok muydu? Sadece ‘‘ben’’ kimliğim ile baş başa yaşayabileceğim bir hayata hazır mıydım ve bu mu beni mutlu edecekti? Hangisi benim gerçek mutluluğum olabilirdi? Tüm sorularımın doğurduğu o sancılı sorunsallarım ve yaşama dair kaygılarım beni her şeyden özgür bir insan olmam gerektiği cevabı ile yüzleştirecekti.
Ben, sahip olduğum maddeler ya da edindiğim statüler olmamalıydım. Kendime takıp takıştırmış olduğum ya da insanların beni zikretmesini istediğim kimliklerin gölgesinde gizlenmemeliydim. Kendi benliğimi gölgeleyen bütün etiketlerimden özgürleşmeliydim. Mutluluk adına sahip olduğum ama beni asla gerçek mutluluğa götürememiş olan tüm şeylerden kurtulmalıydım. Ancak o zaman kendi gerçeğimi keşfedebilecektim. İşte o zaman kendi okyanusumda kulaç atabilecektim. Ve ben kendimi işte o zaman gerçekleştirip gerçek mutluluğu da o zaman deneyimleyebilecektim. İşte bu yüzleşme beni mevcut yaşam biçimimi gözden geçirme ihtiyacını doğurmuş ve yeni bir beni inşa etmem gerektiği ile karşı karşıya getirmiş, kendim ile çarpışmak zorunda bırakmıştı. Peki, buna nasıl ve ne ile gerçekleştirecektim? Bunun için ne kadar cesurdum? Sınırlarım neydi? Sanırım buna karar verecek olan şey de sadece kalbimdi. Ve bunu çok iyi analiz edip kalbimin süzgecinden geçirmem gerekiyordu. Bunun için mevcut hayatım ile şu anı karşılaştırmak iyi bir çıkış noktası olmuştu. Sahip olduğum şeyleri bir bir düşündüm. Öncelikle sözde hayatımı kolaylaştırması, beni mutlu etmesi ve bana zaman kazandırması için satın aldığım her şeyi düşündüm. Bunların hepsi koca bir fiyaskoydu. Çünkü bunlar maddi şeylerden ibaretti. Bunlar, tablet, bilgisayar, akıllı telefon, DVD ve CD’ler, oyun konsolu, televizyon, buna benzer sahip olduğum onlarca teknolojik ürün, gardırop dolusu kıyafetlerim, ayakkabılarım, odamda biriktirdiğim gerekligereksiz ıvır zıvır eşyalarım vs. Ve şu an aklıma gelmeyen daha bir sürü şey... Yani mutlu olabilmek için satın aldığım, satın alarak mutlu olabileceğim yanılgısıyla edindiğim her şeyi. Mutluluğu ne kadar da duygusuz, kalpsiz, beni anlayamayacak olan maddi şeylerde arıyormuşum! Buna satın alabilmek uğruna edinme ihtiyacı duyduğum tüm kimliklerimi de dâhil ettim. Ve bir de şu an burada olduğum bu atmosferi, çadırımı ve bir de mütevazı sırt çantamı. Sonra bu iki hayatı bir teraziye karşılıklı olarak koydum. Şimdi mantık olarak terazinin eşyalar ile dolup taştığı kefesi daha ağır basması gerekiyordu değil mi?
Bu fiziğe, kimyaya, yer çekimine hatta emperyalizme göre de böyle olmalıydı. Ama değildi. Bu terazide hafif olan kefe ağır basmıştı. Bu kalbimin terazisiydi. Bu hafiflemek isteyen ruhumun terazisiydi. Bu her şeyden özgürleşecek olan benliğimin terazisiydi. Maddiyatın değerine torpil geçecek bir kefesi yoktu bu terazinin. Bu da beni daha mutlu etmeye yetmişti. Ruhum azdan yana olmuştu. Sadeliğin ve hafifliğin vermiş olduğu bir huzur vardı. Zaten öyle olmasaydı hayat beni buraya kadar getirmeye zahmet etmezdi. Bu hayat deneyimiyle buluşmam gerekiyordu. Hayat bunun için bana bir fırsat vermişti. Kendimi şu an varoluşun en gerçek, en çıplak ve en samimi halini yaşarken buluyordum. Ve şunu çok iyi anlamıştım ki sahip olduğum hiçbir şey beni gerçek anlamda mutlu etmemişti.
Her şeye sahip olabilme tutkusunun mutluluğu getirecek olmasını düşünmek artık ciddi bir sorunsaldı. Ben de mutluluk adına satın aldığım birçok şeye sahip olmak istemiştim fakat gerçekten onlara sahip olamamıştım. Aksine onlar bana sahip olmuş ve beni sahip olduğum şeyler yönetiyormuş meğer. Yani mutlu olabilmek için eşyalarım beni kullanıyormuş gibiydi. Onlar benim yaşamımın zamanını sağan işe yaramaz birer parazitleriymiş. Bunu öğrenebilmek için kendimle baş başa kalmam gerekiyormuş. Ve sahip olduğum her şeyden özgürleşerek kendimi bütün çıplaklığımla kendimin karşısına koydum. Kalpte sıkışmış olan bir gerçeği görebilmek için insanın kendiyle yüzleşme cesaretinde bulunması gerekiyormuş. Bunu şu an büyük bir ölçüde başarabilmiş olduğumu düşünüyorum. Yani iyi bir başlangıç için hatırı sayılır bir adımdı. En azından buna cesaret edebilmek, iradenin terbiyesine katkıda bulunabilmekti. Herkesin korktuğu o şeyi yapabilmek: Kendinle baş başa kalabilmek, kalbinin karşısına oturup onunla yüzleşebilmek… İşte o zaman yeryüzünün en büyük sorunsalına meydan okuyabilecektik.
Bizler kendi gerçeğimizden gizlenebilmek için gereksiz kalabalıkların gölgesine sığınıyorduk. Çünkü bu kendi gerçeğimizden kaçmanın en basit yoluydu. Kendi gerçeğini, kalabalıkların kargaşasında gizlemek kolaydı. Asıl olan kendini, kendinin karşısına alabilmekti. Bu benim kendimle baş başa kalıp kendimi yeniden gerçekleştirebileceğim bir fırsatım, bir yolculuğumdu. Yeni hayat dönüşümüme burada karar vermiştim. Herkesin kendini dönüştürebileceği, ilham alabileceği farklı deneyim alanları olabilir. Yani kendinle yüzleşmek için kamp yapmak zorunda değilsin tabii ki. Burada önemli olan kendini kendinin karşısına alıp radikal kararlar verebileceğin bir yöntem, bir metot bulup bir fırsat yaratabilmekti. Severek yapabileceğin bir yol, bir iz edinebilmekti. İnsan hayalini kurduğu, gerçekleştirmek istediği şeye dönüşürdü. O yüzden bu arayışta olmak muhakkak bir yöntem bulmanı sağlayacaktır. Tabii bunun için prensip olarak şu an ruhunun buna hazır olması gerekiyor. Benliğin buna hazır değilse nerede olursan ol kendini dönüştüremezsin. Buna meraklı olmalısın. Çünkü dönüşüm sensin ve merak ettiğin şey neyse ona dönüşüyorsun. Eğer şu an kendinle baş başa kalıp eve yolculuk için hazır olduğunu düşünüyorsan, kalbinin bu değişime gerçekten ne kadar ihtiyacı olduğunu bu yolculukta anlayacaksın. Öncelikle kendinle buluşup hayatında gereksiz olan şeylerden kurtulmayı amaçlamalısın. Hatta gerekli olduğunu düşündüğün birçok şeyi de gerçekten ne kadar gerekli olup olmadığını yeniden sorgulamalısın. Bunlar sadece eşyalardan ibaret değildi. Eşyalar sadece bir başlangıç olmalıydı. Bu şey, hafifliğin yaşam felsefesiydi. Ruhunu hafifletecek her şeyden yavaş yavaş özgürleşebilmelisin. Sadeliğin o inanılmaz hafifliğini ruhunda hissetmek için bunu ruhuna bir ödül olarak görebilmelisin.
Bunların hepsi senin mutluluğun içindi. Kalbinde gizli kalmış o mutluluğu dışarıya çıkarabilmen içindi...
Yazar: Onur ALAN
Dijital yerliler olan kristal çocuklarımız!
Bazı kesimler onlara tablet çocukları deyip dalga geçiyor, aptal muamelesi yapıyor ama ben onları çok önemsiyorum. Neden mi?
"Maddenin en küçük yapı taşı atomdur." diyen öğretmenine itiraz edip:
"Hayır öğretmenim, dün izlediğim bir belgeselde atomu parçaladılar ve içinden kuark parçacıkları çıktı." diye cevap veren kuşağın adı: Dijital yerliler olarak kristal çocuklardır. Yani o meşhur Z jenarasyonu!
Teknoloji ile büyüyen bu kuşağın motor becerileri hiç kuşkusuz inanılmaz derecede gelişmiş durumda. Ayrıca daha zeki ve bilgililer. Birçoğumuzu da ceplerinden çıkarırlar.
Geçenlerde bir paylaşım yapmıştım ve son paragrafı aynen şöyle bitirmiştim:
"Bir siyasi parti ne kadar 'dijital' kelimesini kullanırsa o kadar çok oy alacaktır. Yeni sihirli sözcüğümüz artık 'Dijital' " demiştim.
Şimdi bir şey daha eklemek istiyorum. Z kuşağı artık sandığa gidebilecek yaştalar. Olası bir seçimde, bu jenarasyonun oy oranı %15 bandında görünür. Yani artık çok ciddi bir oy potansiyelleri de var. Bu bağlamda şunu hatırlatmakta fayda var: Artık siyasilerdeki hitabet yeteneği ve geleneksel siyaset anlayışı bu jenarasyonu zerre kadar etkilemiyor. Bir siyasi ideolojinin çatısı altında örgütlenmeyi sevmiyor daha çok sosyolojik gruplar ile etkileşim halinde olmayı tercih ediyorlar. Yani gelenesel siyasilerin işi artık çok zor.
Ayrıca eşitlik, hayvan hakları ve adalet gibi kavramları çok önemsiyor, istek ve arzularının daha farkında yaşıyorlar. Daha özgür, daha bireysel ve daha yaratıcılar. Meritokrasiyi ve liyakati çok önemsiyorlar. Ve kötü bir huyları da var: Dün verdikleri karar bugün geçerli olmayabiliyor. Bu durum X ve Y jenarasyonu için sadakatsizlik gibi görünse de aslında bu bir tutarsızlık değil, hızla değişen teknoloji ve bilgiye hemen entegre olduklarını bir göstergesi.
Eğer liyakat anlayışınız yoksa, eğitimli ve bilgili insanları önemsemiyorsanız, eş/dost/yandaş ilişkili bir yönetim anlayışınız varsa ve Z kuşağını aptal tablet çocukları olarak görüyorsanız hiç mi hiç şansınız yok demektir.
Ben olsam onları çok önemserdim.
Yazar: Onur ALAN
Azın daha çok olduğu ile ilgili bu yolculukta yer almak isteyen bir Y jenerasyonu popülasyonunun mensubu olarak, yıllar önce melankolik yaşamımı sorgulayıp beni besleyecek bir şeyler ararken karşıma ilk olarak Gandhi çıkmıştı. Onun minimalist felsefesiyle birlikte, şiddetsizlik felsefesini de özümsemeye çalışıyordum. Tabi bu benim için gerçekten çok zordu. Çünkü şiddetsizlik felsefesi derin bir hümanistlik ve ciddi bir disiplin gerektiriyordu. Biri sizin sol yanağınıza tokat attığında siz ona sağ yanağınızı dönebilir misiniz? İşte bu böyle bir şeydi. Ve bu anlayış günümüz toplumunun da dokusuna çok uzak olduğundan, kendimi toplumdan epeyce izole olmuş hissetmeye başlamıştım. Sadelik üzerine olan arayışım milenyum sahnelerinde devam ederken, karşıma sürekli gri tişört ve siyah kazak giyen iki adam daha çıkıyordu. Onlar, sizlerin de yakından tanışık olduğu Steve Jobs ve Mark Zuckerberg’in ta kendileriydi. Dünyanın en zengin adamlarından ikisi. Bizler zenginin malı, züğürdün çenesini yorar atasözünü yaşatabilmek için onların dünyayı satın alabilecekleri kadar olan paralarının dedikodularını üstlenirken, Zuckerberg gri tişörtünden, Steve Jobs ise siyah boğazlı kazağından asla vazgeçmiyordu. İyi de bu nasıl bir zenginliktir yahu dedirten bu adamları epeyce merak etmeye başlamıştım. O kadar paranın içinde her gün farklı bir grand tuvalet giyebilecek güce sahipken, her gün gri tişört ya da siyah boğazlı kazak giymenin bir hastalık mı ya da cimrilik mi olduğunu araştırmaya koyulduğumda, işte o zaman asıl gerçekle yüzleşiyordum. Çünkü bu adamların gri tişörtü ve siyah kazağıyla dünyaya vermek istedikleri bir mesajları vardı: O da “Sadelik.” Anlamlı bir yaşamda dolaplar dolusu kıyafete ihtiyacımız olmadığını, mutluluğun giyerek ya da harcayarak edinilemeyeceğini gözümüze sokmaya çalışıyorlardı.
Genel anlamda düşünüldüğünde paranın mutluluk getirmediğini, getiriyor olsaydı da her gün gri tişört ve siyah kazak giyinmezdik herhalde demeye çalışıyorlardı. Oysa onların odalar dolusu son moda kıyafetleri ile boy gösterebilirlerdi. Her gün insanların karşısına en şık, en pahalı, en moda kıyafetlerle çıkabilirlerdi. Fakat onlar, dünyanın en zengin insanları olmalarına rağmen bizim gibi sabah uyanınca kıyafet dolu gardıroplarını açıp ‘‘acaba bugün ne giysem?’’ derdi gütmeyi tercih etmemişlerdi. Her şeye sahip olabilmenin gerçek bir mutluluk olmadığını deneyimlemişlerdi. Asıl mutluluğun sadelik olduğunu öğrenmişlerdi onlar. Ve sadeliğin de başarı getirdiğine inanmış, bunu bir yaşam biçimi edinmişlerdi. Fakat biz onların sahip oldukları paralarıyla neler satın alabilecekleri ile ilgilenip, eğer onlar kadar zengin olursak çantalar dolusu paralarla neler satın alabileceğimizi, dolaplar dolusu kıyafetlerimiz ile nasıl giyinip süsleneceğimizi hayal edip duruyorduk. Bu anlamda bana ilham olan bu iki adamın yaşama bakışı ile ben de azın daha çok olduğu felsefesiyle yeni bir hayat biçimi edinmeye çalışıyordum. Bu, tüketim toplumunun yaşam biçimine karşıt yönde bir yaşam biçimiydi. Azın daha çok mutlu ettiği bu felsefe ile yeni bir hayat bakış açısı edinmeye çalışıyor, ihtiyacımın olmadığı şeyleri hayatımdan çıkarmaya, yok etmeye başlıyordum. Ve tüketim konusunda çok daha dikkatli olmam gerektiğine inanıyordum. Daha ferah, daha sade, daha konforlu bir yaşam alanında, hayatın gerçek anlamına daha çok odaklanabilmeyi, ona gerçekten dokunabilmeyi, hissedebilmeyi çok istiyordum. Nereden başlamam gerektiği konusunda hayatımın ve yaşam alanlarımın fizibilitesini çıkarmaya karar verdim. Her yer gereksiz eşyalar, ıvır zıvırlar doluydu. İlk olarak odamın dört köşesine demir atmış mobilyalarımdan ve sağda solda gereksiz yer kaplayan eşyalarımdan başlamam gerektiğine karar verdim. Yaşam alanımı ne kadar kaplayıp daralttıklarını onlardan kurtulduktan sonra anlıyordum. Meğer hiçbiri beni mutlu da etmiyormuş. Ve gereksiz bir kalabalık ettikleri gibi konsantrasyonumu da oldukça bozuyorlarmış. Ve onlar olmadan çok daha mutlu olabiliyormuşum. Sonra gardırop kısmıyla ilgilenmeye başlamıştım. Dolabımı açtığımda yazlıklar, kışlıklar, ara mevsimlikler ve aksesuarlar diye kategorize etmiş olduğum onca eşya korkutucu bir haldeydi. Birçoğunu da hiç giymiyordum. Bu sayede rafları temizleyip iki rafa kadar indirdim. Hiç giymediğim o kıyafetleri neden deli gibi saklama ihtiyacı duyduğuma anlam veremiyordum.
Yok bunu yazın giyermişim, yok şunu kışın giyermişim, yok bunları da arada giyermişim diye yıllardır turşusunu kurduğum birçok kıyafetimi bir güzel poşetledim. Sonra bunlara ayakkabılığım da biriktirdiğim onca ayakkabıyı da ekledim. Daha sonra odama renk katıp süsleyecek diye satın aldığım onca ıvır zıvırı poşetledim. En son olarak da ne kadar çekmece varsa hepsini boşaltıp içinde ne var ne yok bir güzel temizledim. Ve devasa poşetlere dönüşen bu eşyaları belediyenin kurduğu yardımlaşma konteynırına bıraktım. O kadar hafifledim ve o kadar özgürleştim ki anlatamam. İnanın gereksiz kalabalık yapan ve bir gün kullanırım diye sakladığım her şeyi yaşam alanımdan çıkardığımda, bu şeylerin yaşam alanımın %50’sini resmen rehin aldıklarını fark ettim. Ve birçoğu gerçekten benim ruhumun tarzını yansıtmıyormuş. Bunlar sadece etrafımdaki insanların beni iyi görmesi için kullanmak zorunda kaldığım şeylermiş. Onlardan vazgeçmek gerçekten hayatınızdaki çok büyük bir yükü omuzlarınızdan alacaktır, emin olabilirsiniz. Belki alışmak biraz zor olacaktı ama muhakkak bunu yaptığınızda hafifleyip mutlu olduğunuzu hissedeceksiniz. Yaşam alanlarınız ferahlayacak ve daha kaliteli yaşamaya başlayacaksınız.
Yazar: Onur ALAN
Su, Su Döngüsü, Suyun Önemi!
Arkadaşlar tükeniyoruz! Ciddi ciddi su kaynaklarımız bir bir tükeniyor. Ve bununla ilgili olarak kamuspotları ve haberleri artık daha sık görüyoruz. Bence geç bile kaldık. Yarın değil, hemen şu an bunun önlemini alamazsak eğer, su olan başka bir gezegen aramak zorunda kalacağız. Çünkü su ekonomiyle, ilaçla, aşıyla çözülecek bir sorun değil! Ve hiçkimse de bize bir yudum su veremeyecek!
Yani artık ciddi ciddi son virajdayız!
Son 4 senedir hem kurmaca kitaplarımda hem de son kitabım Az Hafifleş'te su ile ilgili önemli noktalara değinmeye çalışıyorum. Öyle ki bunun için yaklaşık 10 sayfalık "İnsan ve Su" bölümü ayırmıştım. Sayfayı kaydırarak önemli birkaç satırı da okumanızı rica ediyorum.
Uzmanlar daha iyi bilir ama bu noktada acilen iyileşmemiz ve dönüşmemiz gereken bazı hayati noktalar var:
1- Genç yaşlı demeden herkesin Su nedir? Suyun önemi nedir? Su döngüsü nedir? Bu konularda bilinçlendirilmesi gerekiyor.
2- "Cennet ülkemizin her yeri su" yanılgısından bir an önce kurtulmamız gerekiyor.
3- Kadınlarımız: En çok suya dokunanlar onlar. Temizlik, atık yağ ve israf konusunda bilinçlendirilmesi gerekiyor.
4- Tarım: Geleneksel sulama yöntemlerinden bir an önce kurtulup, su şebekeleri kontrol edilmesi gerekiyor.
5- Çocuklarımız: Su tüketimi ile ilgili hem aile içinde hem de okulda ciddi eğitimler verilmesi gerekiyor. Hatta abartmak istiyorum: Zorunlu ders olarak "Su" eklenmesi gerekiyor.
6- Sanayi: Sanayi ve sanayi atıklarımızın, suyumuza karışmaması için önlemler alınması gerekiyor.
Arkadaşlar bakın suyun şakası yok. Lütfen artık musluğu açarken bir kez daha düşünelim.
İçemezsek öleceğiz...
Yazar: Onur ALAN
Mutluluğun Ölçütü Para Değildi!
Para, en basit tanımıyla ekonomik bir ortamda, ürün ve hizmet satın almaya yarayan bir ortak araçtır. Bizler de ona sahip olabilmek için farklı iş kollarında çalışıp yaptığımız işlerin karşılığında da farklı miktarlarda para edinmeye çalışıyoruz. Edinmiş olduğumuz bu para ile de para gibi maddesel şeyleri ve yemek, barınmak gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz şeyleri satın alabiliyoruz. Mesela bir paket sevgiyi, bir kutu mutluluğu, bir tutam aşkı para ile satın alabileceğimiz bir mağaza yoktur, bulamazsınız. Onun için öncelikle paranın sadece bir madde olmaktan öteye geçemeyeceğine, onunla sadece maddeleri satın alabileceğimizi anlamış olmamız gerekir. Mevcut paramızla satın alamadığımız değerleri çok para kazanarak alabileceğimizi düşünerek para kazanma hırsı içerisine girmemiz ancak koca bir kayıp olacaktır. Yani çok para kazanabilme hayalleri kursak da çok daha fazla paraya sahip olmak bizi çok daha mutlu edemeyecekti.
Ben küçük bir çocukken 4 kişilik olan ailem ile iki gözlü küçük mü küçük bir evde kiracı olarak yaşıyorduk. Ve ailemin dört odalı biraz daha büyük bir eve sahip olma hayalleri vardı, çok iyi hatırlıyorum. Ve o eve sahip olunca dünyalar onların olacaktı. Bunun için yıllarca çalışıp çabalayarak tam da istedikleri o dört odalı daha geniş evi satın aldılar. İlk yıllar elbette çok mutluydular fakat birkaç sene geçtikten sonra artık çok daha geniş ve büyük bir bahçesi olan, şehre daha yakın yeni bir evin hayalini kurmaya başladılar. O eve de sahip olsalar yine mutlu olamayacaklar, biliyorum. Görünen o ki ailem, paraları ile mutluluğu satın alabildiklerini düşünmüştüler ama gerçek mutluluğu parayla satın alamayacakları gerçeği kaçırmışlardı. Ya da en azından bu tahmin ettikleri kadar uzun sürmemişti. Gerçek mutluluğun parayla satın alınamayacağı gerçeği vardı. Sahip olduğumuz paranın miktarı ne olursa olsun, satın alacağımız şeyin miktarı kadar mutlu olamayız. Paramız 10 liralık bir cekete yetiyor ve sen onu aldığında yeni bir ceketin mutluluğunu yaşarız. Başka birinin de 100 liralık bir ceketi alabilecek parası vardır ve o da 100 liralık yeni bir ceket aldığında aynı derecede mutlu olacaktır. Yani 100 liralık ceketin verdiği mutluluk, 10 liralık ceketin verdiği mutluluktan 10 kat daha fazla değildi. Oysa bizler hep paranın miktarına göre mutlu olabileceğimizi düşünüyorduk. Ve bu doyumsuzluğumuzu ve mutsuzluğumuzu paraya bağlayıp çok daha fazlasına sahip olmamız gerektiğini düşünmekten kendimizi alıkoyamıyorduk. Çılgınlar gibi para kazanıp deliler gibi alışveriş yaparak doyumsuzluğumuzun yaratmış olduğu mutsuzluğa ilaç arıyorduk. Tabii sonuç koca bir fiyaskoydu! Her şeyi satın alabilecek kadar paraya da sahip olsak, ne yazık ki bu bizi gerçek anlamda mutlu edemeyecekti. Bu gerçeğin en bariz örneklerini milyarder ve para baronlarından görebiliyorduk. Yani mutluluğun ölçütü ne paraydı ne de onun miktarı. Mutluluk, daha az şey ile daha çok mutlu olabilmekti.
Yazar: Onur ALAN
Motto ve Sloganlar Neden Önemlidir?
Bu yazımı da mottoların ve sloganların ne kadar önemli olduğunu ve asla hafifle alınıp küçümsenmemesi gerektiğini hatırlatmak için yazmak istedim.
Öncelikle konuya sloganlar ve mottolar ile dalga geçenler için isabetli bir tespitle başlamak istiyorum:
"Önce seni küçümserler, sonra sana gülerler, daha sonra seninle savaşırlar ama en sonunda sen kazanırsın."
der pasif direnişçi olan Mahatma Gandhi.
Bazı mottolar vardır ki toplumun tamamının ya da bir kesiminin içinde bulundukları psikolojik, siyasal, ekonomik ya da sosyokültürel faktörlerden ötürü onları bir araya getirip birleştiren, birbirine kenetleyen ve umut olan bir güce sahiplerdir. Hatta tarihin kilomete taşlarına baktığımız zaman birçok şeyi de değiştirmiş olan birçok mottolar, sloganlar ve semboller de olmuştur.
Mesela yakın tarihten örnek verecek olursak bir sembol haline gelen "Rabia" işareti, "İyi ki varsın Eren" ile birbirine kenetlenen Türkiye. Ya da belki de İstanbul seçimlerinin kaderini değiştiren "Her şey çok güzel olacak." sloganı bunlara birer örnektir.
Hatta son kitabımda da bununla ilgili bir konuya yer vermiştim: Sefalet ve yoksullukla boğuşan Roma dönemimde, biri çıkar ve şöyle der: "Carpe Diem". Bunu söyleyen adam Horatius'tur. Ve bu iki kelimelik dev motto, bütün Roma'ya sonra da bütün dünyaya ilham olur.
O yüzden hiçbir sloganı, hiçbir mottoyu küçümsemeyelim. Çünkü bütün slogan ve mottolar toplum bireylerini birbirine sıkı sıkıya bağlayan ve değişim/dönüşümün ilk kıvılcımlarıdır.
Ayıca buradan tüm siyasilere ve şirket yöneticilerine naçizane bir önerim var: Hiçbir gerçek, sloganlar kadar etkileyici ve kalıcı değildir. Bu yüzden onları önemseyin derim.
Yazar: Onur ALAN
Eğitimde Misyon ve Vizyon
Bugün eğitim kurumlarının misyonlarına baktığımız zaman, eğitim, araştırma, ulusallaşma, demokratikleşme gibi misyonlara sahip olsalar da geleneksel eğitim sisteminde işleyiş bellidir: Ctrl+A, Ctrl+C, Ctrl+V. Yani bilgiyi al, zihnine kopyala ve ölçmede yapıştır.
Ne de olsa bilgide kesinlik ve sabitlik vardır. Bu profesörün de işini kolaylaştırır, öğrencinin de. Kimsenin yeni bir şey düşünmeye ihtiyacı olmaz. Çünkü bütün şüpheler ortadan kaldırılmış ve yerine ezbercilik koyulmuştur.
Bu yüzden bugün, önemli bir icatın muciti olan bir üniversiteyi pek duyamayız. Ya da nobel ödülünü almaya hak kazanan bir eğitim kurumu belki de hiç yoktur.
Bir şeye de dikkat çekmek isterim: Bence korona ile geçtiğimiz bu dijital eğitim dönüşebilmemiz için bir fırsat. Dijital eğitimi, bir dijital devrime dönüştürebiliriz.
Yazar: Onur ALAN
Tehlikeli Bir Tür: İNSAN!
2018'de, Booslife Dergisi'nde "Yeryüzünün En Tehlikeli Canlısı: İnsan" başlıklı bir yazım yayımlanmıştı.
Şimdi ne kadar da pişmanım. Keşke başlığı "Yeryüzünün En Vahşi ve En Gaddar Canlısı: İnsan" diye atsaymışım.
Modern endüstriyel çiftliklerin köleleri olan hayvanlar, sözde modern homo sapiensler tarafından etinden, sütünden, yumurtasından, derisinden, postundan. Dişinden, tırnağından. Orasından, burasından, şurasından...
Kısaca PARA edebilecek her şeylerini hunharca sömürüyordu...
Kaç milyon fare, kaç milyon tavşan, kaç milyon hamile maymun cildimize süreceğimiz bir krem için denek olmuştu?
Kaç milyon timsah, kaç milyon yılan belimize kemer, omzumuza çanta, kredi kartlarımızı koyacak cüzdan, toplantılar için parlak ayakkabılarımız olmuştu?
Kaç milyon fil, kaç milyon gergedan, dişleri ve boynuzları keyfimizi amade, salonlarımıza da birer biblo olmuştu?
Kaç milyon kaplan, kaç milyon tilki, kaç milyon leopar gösterişli görünmemiz için sırtımıza kürk olmuştu?
Hiç kimse kendini masum hissetmesin. Hepimiz bir şekilde ortağız bu vahşete. Hepimiz...
Harari, Hayvanlardan Tanrılara adlı kitabında, "Devrimin Kurbanları" başlığı altında çok güzel bir sözü vardır:
"İnsanların buğday arasındaki faustvari pazarlık, türümüzün yaptığı tek anlaşma değildi. Bir başka anlaşma da hayvanların kaderi ile ilgiliydi." demiş, hemen oraya da bir buzağının, doğar doğmaz annesinden ayrılarak bir kafese kapatılmasını gösteren bir fotoğraf eklemiştir.
Türümüz için bir duam var: Umarım bir gün işler tersine dönüp kafesteki bir buzağı olmayız. Ne kadar ürkütücü olurdu değil mi?
Yazar: Onur ALAN
Clubhouse Nedir? Clubhouse amacı nedir?
Geçenlerde Clubhouse hakkında instagram hesabımda birkaç hikaye paylaşmıştım ve epeyce soru gelmişti. Bu süre zarfında kullanıma dayalı artan deneyimlerim ışığında "Clubhouse nedir?" sorusuna birkaç isabetli olduğunu düşündüğüm gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
Öncelikle kısa bir sürede çığ gibi büyümesini ben sadece Apple kullanıcılarına özel olması ve platformun davetiye ile kullanılıyor olmasına bağlıyorum. Bence bu bir pazarlama stratejisi ve insanlar psikolojik olarak uygulamayı "Ulaşılamaz" gibi algılayıp kullanıcıların da kendini "Özel" hissettirilmesi hedefleniyor. Zaten bu yüzden toplumun her kesiminin ilgi odağı olmuş durumda.
Peki bir kullanıcı olarak gerçekten önemli bir yer mi diye soracak olursanız; bu sizin nasıl kullanacağınıza bağlı derdim. Şansi fikrim: Kesinlikle inanılmaz faydalı bir platform. Yatağınızda uzanmış bir şekilde geleceğin dünyasının konuşulduğu bir odaya da girebilirsiniz, bir çöpçatan odasına da. Bilimin, edebiyatın, sanatın, yatırımın, girişimciliğin önemli uzmanlar tarafından tartışıldığı bir odaya da katılabilirsiniz, profil fotoğrafını yorumlayarak aylık maaşını tahmin etmeye çalışan aptallarla dolu bir odaya da. Hayatınızın dönüm noktası olan bir iş fikirini de burada bulabilirsiniz bütün gününüzü boşa harcayacak odalarda gezerek de geçirebilirsiniz. İşte bu sizin elinizde. Hele bir de birkaç dil biliyorsanız dünyadaki birçok önemli gelişmeyi buradan gözlemleyebilir, birçok bilim insanının, büyük şirketlerin CEO'larının fikirlerini buradan dinleyebilirsiniz. Belki Elon Musk ile bir odada karşılaşabilir, Bill Gates'in katıldığı bir odadan yeni bir iş fikriye çıkabilirsiniz.
Ve önemli bir tesbitim daha var. Televizyon programlarının çoğu, belki de tamamı yakın gelecekte bu platfrom sayesinde yok olacak gibi. Çünkü televizyonda sözde o her şeyi bilen, her konuda uzman, her kanala çıkarılıp bize dayatılan o hep aynı yüzlere artık rağbet olmayacak. Bu platformda inanılmaz donanımlı insanlar günün her saatinde burada insanlığa hizmet ediyor olacaklar. Bu sayede insanlar, dayatılanı değil, dilediğini burada bulabilecek, sorularını sorabilecek.
Kolektif bilinçle hareket eden gruplar da buradan insanları daha kolay etkileyebileceğine inanıyorum.
Manipülasyonun gölgesindeki hakikat neydi?
Bu resim şu aralar çokça karşıma çıkıyor. Muhakkak bir çoğumuz da bu resmi görmüş, gülmüş hatta aynı mizahi çerçevede paylaşmış bile olabiliriz. Evet, tartışmasız tatlı bir mizah yaratılmış ama ben konuya başka bir açıdan bakmak istedim.
Yeni medyayla birlikte Post Truth çağı da ne yazık ki hepimizi etkisi altına almaya devam ediyordu. İşte bu resime eklenen o mizahi söz de tam olarak bu çağa çok iyi bir örnek teşkil ediyor kanımca.️
Görsel ve üzerindeki yazıya baktığımızda ne yazık ki hakikat, manipülasyonun gölgesinde kaybolmuş durumda. Eminim birçoğumuz da asıl hakikatin; Araçtaki adamın, mesajları silmeye çalışmadığını ve amacının arabanın aşağıya doğru tekrar devrilmemesi ve olası bir yaralanma, maddi hasara karşı soğukkanlılığıyla yerinde sabit kalmayı tercih ederek yardım beklediğini biliyordu. Fakat onun yerine hakikatin gölgesindeki manipülasyona inanmak daha cazip gelmişti.
Gelin görün ki yeni medyayla birlikte ruhlarımıza işlenen o Post Truth algı, hakikati manipülasyonun gölgesinde gizleyerek, konuyu bambaşka bir noktaya taşımış durumda.
Tabii ki bu çok masumca olanıydı. Günümüzdeki siyasilerin söylemleri, haber kanallarındaki görseller ve yazılar, gazetelerin başlıkları ve daha buna benzer birçok ideolojik örgütlenmenin "Bunu yapması için aptal olması lazım." dememiz gereken fakat bunun yerine, ideolojilerimizin çıkarları uğruna hakikati silikleştirmekte hepimiz birer usta olmuştuk.
Hakikatten uzakta yaratılan taraflı ve suni gerçekliklerin, objektifliğimizi nasıl körelttiğini ve hayatlarımızı çarpıltılmış sahte ve yalan bilgiler ile nasıl sarıp sarmaladığını ne kadar farkındaydık?
Ya peki, bize servis edilen sözde bilgi ve haberlerin kaçı birilerine hizmet etmek için değil de gerçekten tarafsız ve hakikatin ta kendisiydi?
Clubhouse Clup Nasıl Açılır? (Resimli Anlatım)